
Sisli bir Venedik sabahında dar sokaklar ve taş köprüler arasında gezinirken kulağınıza bir melodi çalınıyor. Bu melodi, yüzlerce yıl öncesinin barok saraylarını anımsatırken aynı anda geleceğin elektronik tınılarını da fısıldıyor. Rönesans dönemine ait bir kemanın sesini andıran tınılar ile modern bir ritim alt yapısı, Venedik’in suya yansıyan ışıkları gibi üst üste biniyor. La Serenissima, ilk anda yalnızca bir müzik parçası gibi görünse de aslında bir zaman tüneli, analog ile dijital dünyalar arasında kurulmuş bir köprü, müzik tarihinde zamansız bir mekan hissi yaratıyor. Bu eser, klasik müzik ile elektronik düşünceyi daha elektronik müzik doğmadan önce buluşturan öncü bir zihniyetin ürünü.
Geleneksel bir barok orkestrayı fütüristik bir balo maskeli baloya davet eden Rondò Veneziano grubunun imzasını taşıyan La Serenissima, dinleyeni sadece kulaklarıyla değil tüm duyularıyla içine çekiyor. Venedik’in sisli kanallarında gezinir gibi, bu müziğin içinde dolaşıyor; taş duvarların ve suyun hafif dalgalanmalarının yarattığı atmosferi notalarda hissediyoruz. Barok ile modern arasındaki çizgiyi belirsizleştiren bu parça, tıpkı ebedi şehir Venedik gibi, dinleyeni lineer zamanın dışına çıkarıp döngüsel bir zaman algısına davet ediyor.
La Serenissima, İtalyan oda orkestrası Rondò Veneziano’nun 1981 yılında yayımladığı enstrümantal bir eserdir. Ancak onu sadece bir müzik parçası olarak tanımlamak eksik kalır; La Serenissima, barok müzik estetiğini modern çağa taşıyan bir konsept, bir zihin durumudur. Eserin adı bile bizi tarihsel ve kültürel bir hikâyeye götürür: 18. yüzyıl Venedik Cumhuriyeti’nin gururunu ve sükûnetini yansıtır. Bu müzik, daha elektronik müzik çağı başlamadan elektronik düşünme biçimini sezdiren yapısıyla klasik ve modern arasında öncü bir köprüdür. Rondò Veneziano, adını barok müzikte rondò formundan alırken, La Serenissima parçasıyla barok müzik mirasını günümüze taşır ve barok müzik modern yorum kavramının simgesi haline gelir.
La Serenissima ifadesi İtalyanca’da “en sakin” veya “en yüce” anlamına gelir ve tarihte Venedik Cumhuriyeti’nin resmi sıfatıdır. Venedik’e yüzyıllar boyunca “En Sakin Cumhuriyet” denilmesinin sebebi, şehrin politik istikrarı ve görkemli sükûnetiydi. Rondò Veneziano’nun bu parçaya bu ismi vermesi tesadüf değildir. Eserdeki müzikal dinginlik ve asil atmosfer, adının işaret ettiği Venedik’in durgun sularındaki huzuru yansıtır. La Serenissima, tıpkı Venedik’in lakabı gibi, kulağımıza “zamana meydan okuyan soylu bir sükûnet” fısıldar. Bu isim, müziğin içeriğiyle bütünleşerek dinleyiciye Venedik’in sisli sabahlarını, saraylarının görkemini ve kanalların dinginliğini hissettirir. Sanki notalar arasından yükselen her motif, Venedik’in tarihinden bir katman taşıyor; eser ismiyle müsemma bir şekilde, en sakin anılarımızı bile canlandıran bir müzikal cumhuriyet kuruyor.
1979’da Gian Piero Reverberi önderliğinde kurulan Rondò Veneziano, barok müziğin zarafetini popüler kültüre taşıyan ve 18. yüzyıl Venedik ruhunu modern çağa uyarlayan eşsiz bir topluluktur. Klasik bir oda orkestrası formunda olmalarına rağmen, müziklerini dönemin pop ve rock ögeleriyle zenginleştirerek klasik müziği elektronik düşünceyle harmanlamışlardır. Bu İtalyan grup, ilk bakışta Vivaldi döneminden fırlamış gibi görünse de duyduğumuz ritimler bizi 20. yüzyılın dans pistlerine davet eder. Orkestra üyeleri –özellikle kadın müzisyenlerin ağırlıkta olduğu bir kadro– keman, viyola, flüt, obua gibi klasik enstrümanları çalarken; onlara synthesizer, bas gitar ve elektronik davullar eşlik eder. Yani, bir yanda barok ezgiler ve formlar, diğer yanda 1980’lerin modern ritim bölümü… Bu beklenmedik bileşim, Rondò Veneziano’yu türdeşlerinden ayırmış ve onlara hem İtalya’da hem de dünya çapında özel bir hayran kitlesi kazandırmıştır.

Rondò Veneziano, müziğiyle adeta klasik müzik elektronik bağlantı kuran öncü bir projedir. 1980’lerin başında grup, klasik eserleri disko ritimleriyle buluşturan yenilikçi tarzıyla klasik müziğin popülerleşmesinde bir kırılma noktası oluşturmuştur. Kuruluş amacı, Venedik’in barok müzik mirasını günümüze taşımaktı; ancak bunu yaparken asla kuru bir tarihsel canlandırmaya saplanmadılar. Aksine, bestelerinde barok dönemden ilham alıp, dönemin formlarını koruyarak, altına dönemin modern ritimlerini yerleştirip geniş kitlelere ulaşmayı başardılar. Örneğin “La Serenissima” parçası yayınlandığında, İtalya’da ve Avrupa’da büyük ilgi gördü. Dönemin televizyon dahisi Silvio Berlusconi, grubun müziğini yeni kurduğu Canale 5 kanalının tema müziği olarak seçtiğinde, Rondò Veneziano İtalyan halkının günlük hayatının bir parçası haline geldi. Sadece İtalya’da değil, dünya genelinde de eserleri ses getirdi; 1983’te La Serenissima’nın İngiltere’de single olarak yayımlanıp BBC televizyonunda Hospital Watch programının müziği olması, barok tınıların Britanya’da milyonlarca eve girmesini sağladı. Böylece Rondò Veneziano, klasik müziğin sadece konser salonlarında değil, televizyon ve radyo gibi popüler mecralarda da yer bulabileceğini kanıtladı. Kendi besteleri geniş kitlelerce dinlenen ender enstrümantal gruplardan biri olarak, “klasik müzik popüler kültürde karşılık bulmaz” önyargısını kırdılar.
Grubun bu başarısı rakamlara da yansıdı: Rondò Veneziano 1980’ler boyunca birçok altın ve platin plak kazandı, dünya çapında 25 milyonu aşkın albüm satışı elde etti. La Serenissima gibi hit parçaları, Venedik’in kültürel mirasını koruma çabalarına adanmış kampanyaların sembolü haline gelecek kadar benimsendi. Onları dinleyenler, bir yandan tarihin tozlu sayfalarından çıkan melodilere hayranlık duyarken, diğer yandan ritmik altyapının getirdiği tanıdık modernlik ile müziği günlük hayatlarının bir parçası haline getirdiler. Rondò Veneziano, akademik müzik çevrelerinin saygısını kazanırken pop listelerinde de kendine yer bulabilen nadir bir fenomendir – tam da klasik müzik ile elektronik müzik arasındaki bağlantıyı kurabilmiş olmalarının bir sonucudur.
Rondò Veneziano’nun eserleri, barok formun modern bir yorumu olarak tanımlanabilir. Özellikle rondò formu, yani ana temanın tekrarlandığı ve aralarda farklı bölümlerin yer aldığı döngüsel yapı, grubun müziğinin temelini oluşturur. Barok dönemin bu klasik formunu alıp, altına modern bir ritim altyapısı eklemek, aslında yaptıkları işin özeti gibidir. Bir Rondò Veneziano parçasını dinlerken, örneğin La Serenissima’da, hemen tanınan bir tema duyarsınız; bu tema eser boyunca çeşitli dönüşümlere uğrayıp tekrar tekrar geri gelir. İşte bu tekrar estetiği, barok müziğin özündeki döngüselliği 20. yüzyılın müzik teknolojisi ve anlayışıyla buluşturur. Grup, barok disiplin ile elektronik minimalizmi aynı potada eritirken bir yandan da müziği sezgisel bir sadelikte tutmayı başarır.
Barok müziğin süslemeli melodik yapısı ile pop müziğin akılda kalıcı motif oluşturma prensibi Rondò Veneziano’da buluşur. Reverberi ve arkadaşları, Vivaldi ve Bach gibi ustaların kullandığı kontrpuantal (çoksesli) teknikleri ve zarif melodik motifleri alıp bunları basit ama etkili bir ritmik döngüyle desteklediler. Sonuçta ortaya, bir eleştirmenin deyimiyle “siber-barok” (cyber-Baroque) olarak adlandırılabilecek kendine özgü bir stil çıktı. Yani kulağımıza tanıdık gelen klasik tınılar, modern dünyanın dört dörtlük temposuyla birleşerek ne bütünüyle geçmişte kalıyor ne de tamamen günümüze ait oluyor – adeta zamanda asılı kalmış bir müzik inşa ediliyor. Bu müziğin modern yorumu, elektronik seslere boğulmadan da modern olunabileceğini, geçmiş formların içinde hala keşfedilmemiş yenilikler barındığını kanıtlıyor. Barok müziğin mimari formları (fugalar, rondolar) ile 20. yüzyılın minimal ve tekrara dayalı yaklaşımı birleştiğinde, hem dinleyeni yormayan hem de derinlik sunan bir müzik ortaya çıkıyor. Rondò Veneziano’nun dehası da tam burada yatıyor: Geçmişin kurallarını bozmadan, bugünün dilini konuşabilmek.
La Serenissima, müzik tarihinde bir dönüm noktasını temsil eder çünkü klasik müziğin popülerleşmesi denince akla gelen ilk örneklerden biridir. 1980’lerin başında elektronik pop ve disko tüm dünyada revaçtayken, Rondò Veneziano’nun bu bestesi klasik müziğin asaletiyle pop ritimlerini harmanlayarak benzersiz bir ses yakalamıştır. O güne dek klasik müzik genellikle seçkin bir dinleyici kitlesine hitap ediyorken, La Serenissima ile birlikte barok ezgiler geniş halk yığınlarının günlük yaşantısına sızmıştır. Bu parçanın İtalya’da ve Avrupa’da listelere girmesi, televizyon ve radyolarda çalınması, klasik müzik tınılarının pop dünyasında da ilgi çekebileceğini gösterdi. Bir anlamda, klasik müziğin popülerleşmesinde kırılma noktası oldu: Sonraki yıllarda “Hooked on Classics” gibi klasik melodileri pop ritimleriyle birleştiren projeler, film müziklerinde orkestral motiflerin daha çok kullanılması veya elektronik müzik prodüktörlerinin klasik öğelere yönelmesi hep bu kapının açılmasının etkileriydi. La Serenissima’nın başarısı, 1700’lerin müziğiyle 1900’lerin teknolojisini bir araya getirmenin sadece mümkün değil, aynı zamanda büyüleyici olduğunu kanıtlamıştı.

1970’lerin sonunda ve 80’lerin başında, elektronik enstrümanların yükselişiyle disko ve synth-pop dünyayı kasıp kavururken, La Serenissima klasik kökleriyle bu akımın içinde sıyrılan bir mücevher gibiydi. Walter Murphy’nin disko ritmiyle süslediği “A Fifth of Beethoven” (1976) ya da Wendy Carlos’un Moog synthesizer ile Bach yorumları gibi denemeler elbette vardı. Ancak Rondò Veneziano’nun yaptığı, tamamen orijinal bir beste ile klasik üslubu pop yaklaşımla buluşturmaktı ki bu özgünlük onu benzersiz kıldı. La Serenissima, bir bestecinin hayal gücünde barok ile modernin nasıl bütünleşebileceğine dair canlı bir deney oldu. Sonuç olarak parça, farklı zevklere sahip dinleyicileri ortak bir zeminde buluşturdu: Klasik müzik sevmeyen gençler bile bu melodinin çekiciliğine kapılırken, klasik severler de modern ritimlerin müziğin özüne zarar vermediğini görüp keyif aldılar.
Bu eserin önemini artıran bir diğer unsur da kültürel zamanlar arasındaki köprü işlevi görmesiydi. La Serenissima’yı dinlediğinizde tek bir döneme aitmiş gibi duyulmuyor; ne tamamen 1700’lerde kalıyor, ne de salt 1980’lerin modasına boyun eğiyor. Tam tersine, zamansız bir kimliği var. Bu yüzden parça, hem nostaljik hem yenilikçi olarak algılanabiliyor. Örneğin 1983 yılında BBC’nin Hospital Watch programında tema müziği olarak kullanıldığında, Britanyalı izleyiciler onun barok zerafetini hissettiler ama aynı zamanda dönemin modern tınılarına da aşina olduklarından yabancılık çekmediler. Bir yandan kemanlar ve obualarla saray müziği atmosferi varken, diğer yandan bas ve davul ile ayakları yere basan bir ritim duyuluyordu. Bu melez çekicilik La Serenissima’yı bir fenomen haline getirdi ve klasik müziğin geniş kitlelere ulaşmasında bir milat oldu. O günden sonra, klasik ve pop arasında köprü kuran sayısız proje hayata geçti; fakat La Serenissima’nın yeri her zaman ayrı kaldı, çünkü o hem ilklerden biriydi hem de çok rafine bir örnekti.
La Serenissima’yı bu kadar özel kılan belki de en önemli yönü, onda hissedilen zamansızlık hissidir. Parça, dinleyiciyi belirli bir tarihsel döneme sabitlemek yerine, zamanlar üstü bir deneyime davet eder. Gözlerinizi kapatıp dinlediğinizde, bir an Vivaldi’nin çağında bir Venedik kanalında gondolla süzülüyor, bir an 1970’lerin İtalya’sında neon ışıklı bir salonda dans ediyor, sonra günümüze dönüp dijital bir çağın nostaljisine dalıyor gibi olursunuz. Bu müzikte 1700’ler, 1970’ler ve bugün iç içe geçer. Barok dönemin süslü melodileri 1700’leri, disko çağının ritmik vuruşları 1970’leri, kusursuz stüdyo kaydı ve parlak üretim kalitesi ise bugünü temsil eder adeta. Ama tüm bu öğeler tek bir bünyede öylesine uyumla erir ki, ortaya çıkan tat tamamen kendine ait bir “dönemsizlik” barındırır.
Lineer zaman anlayışı yerine döngüsel bir zaman fikri, La Serenissima’nın ruhuna işlemiştir. Rondo formunun doğası gereği, ana tema tekrar tekrar geri gelir; sanki müzik, başladığı yere dönen bir daire çizer. Bu, insanın zaman algısına dair de bir metafordür. Hayatın döngüselliği, tarihin tekerrürü, anıların zihnimizde sürekli yeniden canlanması gibi olgular, bu müziğin yapısında hissedilir. La Serenissima, bir beste olarak “dönemsiz”dir: İlk notalardan itibaren dinleyiciye “hangi yıldan geldiğini” unutturur. Tıpkı Venedik şehrinin kendisi gibi - ki Venedik’te gezen biri hangi yüzyılda olduğunu unutabilir, etraf öylesine tarihle sarılı ve aynı zamanda hayat doludur - bu eser de zamana bir parantez açar.
Eserdeki zamansızlık hissi biraz da tekrar estetiğinden gelir. Minimalist diyebileceğimiz bir anlayışla, belirli motifler defalarca işlenir, küçük varyasyonlarla zenginleşir. Bu tekrarlar dinleyeni bir zaman döngüsüne sokar: Parça ilerledikçe sanki zaman dairesel bir hareket yapıp geri geliyormuş hissine kapılırsınız. Modern elektronik müzikte aşina olduğumuz loop (döngü) tekniğinin henüz emekleme çağında olduğu bir dönemde, La Serenissima bunu akustik bir düzenleme içinde başarıyla uygular. Böylece eser, lineer bir başlangıç-gelişme-sonuç çizgisi izlemek yerine döngüsel bir zaman yolculuğuna dönüşür. Bu yönüyle “zamansız” kelimesini hem vaktin ötesinde oluşuyla hem de zaman mefhumunu içinde eriten yapısıyla hak eder. İşte bu yüzden, La Serenissima’yı dinleyen biri için parça bittiğinde yılın ya da saatin önemi kalmaz; sadece müziğin yarattığı atmosfer vardır, ki bu da her döneme ait ve hiçbir döneme ait olmayan bir atmosferdir.

La Serenissima, notalarıyla adeta bir şehir inşa eder – üstelik herhangi bir şehir değil, Venedik gibi katmanlı ve büyüleyici bir şehir. Bu eseri dinlerken insan sadece müzikal bir deneyim yaşamaz; aynı zamanda gözünde tablolar canlanır, kokular duyar, dokular hisseder. Tıpkı Venedik’te yürürken her köşe başında yeni bir manzarayla karşılaşmak gibi, bu bestede de her bölüm dinleyiciye yeni bir görsel ve duygusal imge sunar. Bu yönüyle La Serenissima, enstrümantal müziğin arka plan değil, atmosfer kurucu güç olduğunu kanıtlar. Sözsüz olmasına rağmen, zihinlerde hikâyeler canlandırır, dinleyiciyi içinden geçebileceği hayali bir mekâna davet eder.
Eserin yapısı, bir şehrin mimari katmanlarıyla benzerlik gösterir. Düşünün ki Venedik, yüzyılların birikimini taşıyan bir açık hava müzesi gibidir: Roma döneminden kalma temeller, Ortaçağ dokusu, Rönesans sarayları, barok kiliseler ve hepsinin üstünde yaşayan modern bir kent... La Serenissima’nın müziği de böyle çok katmanlıdır. Alt katmanda sürekli akan bir bas ve ritim figürü var – bu, şehrin hiç durmayan su hareketi ya da insanların günlük telaşı gibi. Onun üzerine zarif bir ana tema inşa edilmiş – tıpkı Venedik’in ihtişamlı saraylarının yükseldiği sağlam temeller gibi. Sonra araya giren farklı enstrümantal motifler duyarsınız; bir keman solosu, bir obua nefesi ya da bir synthesizer dokunuşu... Bunlar Venedik’in farklı semtlerine, farklı mimari üsluplarına benzer: Bir an Gotik bir kemer altından geçiyor, bir an Barok bir cepheye bakıyormuş hissi verir. Eser ilerledikçe ana tema tekrar döner, Venedik’te dolaşıp tekrar San Marco Meydanı’na varmak gibi bir duygu yaratır.
La Serenissima’nın kompozisyonunda, Venedik’in mimarisini andıran katmanlar bulunur. Nasıl ki Venedik’te mimari üsluplar bir arada uyum içinde yükseliyorsa, bu eserde de farklı müzikal unsurlar harmoni içinde yükselir. Parçanın açılışındaki melodi, sanki Büyük Kanal üzerinde süzülen bir gondolun ritmik salınımı gibidir. Devamında ritim bölümü güçlendiğinde, bunu Venedik’in altında yatan sağlam kazıklar ve temel yapılar gibi düşünebiliriz – suyun üzerinde bir şehri asırlardır ayakta tutan görünmez destekler misali, bu bas ve davul döngüsü de müziğin tüm yapısını taşır. Üstüne eklenen her yeni melodi veya karşı melodi, şehrin yeni bir mimari katmanı gibidir: Bir keman esintisi belki bir Rönesans köprüyü temsil eder, nefesli çalgıların masalsı diyaloğu belki sarı ışıklı dar bir sokağı.
Rondò Veneziano, bu eserinde müziğiyle resim yapar. Kurdukları atmosfer öylesine güçlüdür ki parça dinlenirken Venedik’in görüntüleri adeta zihin perdesine yansır. Nitekim La Serenissima, yıllar sonra Venedik’i koruma amaçlı “Venice in Peril” (Tehlikedeki Venedik) kampanyasının da resmi müziği olarak benimsendi; çünkü bestecilerin Venedik’e dair yaratmak istediği görsel ve duygusal hafıza o kadar güçlüydü ki, şehrin korunması söz konusu olduğunda akla bu eser geldi. 1980’lerin başında hazırlanan animasyon müzik videosunda dahi Venedik’in sulara gömülen bir geleceği kurgulanmış, robotlar ve uzay gemileri şehrin sanat hazinelerini kurtarmaya çalışırken tasvir edilmiştir. Bu klipte La Serenissima’nın hüzünlü ama umut dolu ezgileri, insanoğlunun kaybolan güzellikleri kurtarma çabasına fon oluşturur. Sular altında kalma tehlikesiyle yüzleşen bir şehir ve onu kurtarmaya çalışan teknoloji imgeleri, Venedik’in mimarisini andıran katmanlar metaforumuza yeni bir boyut katar: Çünkü bu, müziğin aynı anda hem geçmişi hem geleceği içinde taşıdığının bir göstergesidir.
La Serenissima’yı dinlerken hissedilen görsel ve duygusal hafıza, belki de en çok Venedik’in ta kendisiyle kurduğumuz bağdan ileri gelir. Bazı eserler dinleyicide belli bir şehir ya da mekan çağrışımı yapar; işte La Serenissima, Venedik şehriyle bu denli özdeşleşmiştir. Müzik eleştirmenleri, besteyi “bir şehir gibi” olarak tanımlar: Bölümleri mahalleler, teması ana meydan, tekrar eden motifleri kanallar gibi… Bu müziğin içinde gezinebilirsiniz. Bir köşede barok bir keman sizi karşılar (belki bir kilise duvarındaki melek fresk gibi), biraz ileride flütün naif sesi (bir sokak köşesinden gelen şarkı misali) ve arka planda sürekli duyulan ritmik motif (şehrin nabzı, dalgaların ritmi) – bunların hepsi birleşerek sanki elle tutulur bir mekan duygusu yaratır.
Sonuçta, La Serenissima salt kulağa hitap eden bir melodiler bütünü olmaktan çıkar, içinde dolaşabileceğimiz hayali bir şehir haline gelir. Onu dinleyen herkesin zihninde belki farklı görüntüler uyanır, ama çoğunun ortak noktası atmosferin gücüdür: Bu müzikle kendi anılarımız bile film karesi gibi gözümüzde canlanabilir. İşte bu yüzden, La Serenissima’nın en büyük başarısı enstrümantal olmasına rağmen bir hikâye anlatabilmesidir – üstelik kelimelere ihtiyaç duymadan, doğrudan doğruya duygulara ve kolektif hafızamıza seslenerek.

La Serenissima, her ne kadar akustik enstrümanlarla icra edilen bir eser olsa da dinler dinlemez insana elektronik müziğin gizemli tınılarını hatırlatır. Bu beste, elektronik müziğe giden yolda bir kilometre taşı gibidir: Elektronik müzik henüz bugünkü kadar yaygın ve biçimlenmiş değilken, onun düşünce yapısını sezdiren bir form ve üslup sunar. Özellikle tekrara dayalı yapısı, minimalistik yaklaşımı ve analog enstrümanlarla elde ettiği “dijital” duygu, La Serenissima’yı döneminin çok ötesine taşır. Bu anlamda eser, adeta elektronik müzik yokken elektronik düşünmek ne demek gösterir.
Rondò Veneziano, 1980’lerin başında analog bir orkestra ile dijital çağın müziği arasında bir yol açtı. Grubun kullandığı synthesizer’lar ve elektronik ritim unsurları, klasik enstrümanlarla aynı kompozisyonda eridi. Bu dönemde analog ve dijitalin bir aradalığı müzik dünyasında henüz yeni yeni filizleniyordu. Onlar ise barok tınıların altına yerleştirdikleri dört-beat’lik (dört dörtlük) disko ritmi ile hem analog sıcaklığı korudular hem de dijital soğukkanlılığı yakaladılar. La Serenissima’da duyduğumuz o düzenli tempo, elektronik müzikteki metronomik vuruşların habercisi gibidir – ama bu tempo, makine soğukluğunda değil, insani bir dokunuşla, bir davulcunun ellerinden çıkmış gibi hissedilir.
Eserdeki analog tekrar estetiği, minimalist bir yapı kurarak ilerler. Basit bir temanın sürekli varyasyonlarla dönmesi, küçük değişimlerle evrilmesi, bugünün ambient ya da minimal techno eserlerinde sıkça rastladığımız bir anlayıştır. La Serenissima bu yaklaşımı, elektronik ekipmanların sınırlı olduğu bir çağda tamamen canlı enstrümanlarla hayata geçirir. Synthesizer ile yaratılan bas sesleri ve yaylıların hep birlikte vurduğu ritmik vuruşlar, kulağa adeta bir loop’a alınmış gibi gelir. Oysa hepsi analog kayıt ortamında, gerçek müzisyenlerin gerçek zamanlı icrasıdır. Bu da esere hem analog sıcaklığı verir hem de bir dijital düzenlilik hissi kazandırır.
Rondò Veneziano üyelerinin barok formlara sadık kalarak geliştirdiği bu minimal yapı, dönemin çoğu pop ve rock bestesinden farklı olarak, müzikal sabrı ödüllendirir. Eser, ana temasını hemen sunar ve sonra dinleyiciyi bekletmeden tekrar tekrar o temaya döner. Bu tekrarlar arasında küçük motiflerle süslemeler yapılır, varyasyonlarla zenginlik katılır ama asla aşırı karmaşaya izin verilmez. Bu anlamda eser, dijital minimalizm diyeceğimiz bir felsefeyi erken bir dönemde benimser. Nasıl ki ilerleyen yıllarda elektronik müzikte bir tema veya ritim dakikalarca sürdürülüp hipnotik bir atmosfer yaratılır, La Serenissima da bunu yapar; fakat dijital synthesizer’lar yerine analog yaylılarla, gerçek bir yaylı çalma tekniğiyle ve akustik bir orkestranın nefes alıp verişleriyle…
Bu beste, analog ile dijital dünya arasında bir köprü kurar. Synthesizer kullanımı o dönemde cesur ve yeni bir hamleydi; Rondò Veneziano ise synthesizer’ı orkestranın doğal bir üyesi haline getirdi. Örneğin Simmons marka elektronik davullar ile barok ritimleri harmanlayarak, belki farkında olmadan, Daft Punk gibi gelecek on yılların elektronik müzik öncülerine giden yolu döşedi. Analog tekrar ve minimal yapı, La Serenissima’yı modern elektronik müzik dinleyicisine de yakın kılıyor: Parçayı bugün bir elektronik müzik tutkununa dinlettiğinizde, onun yapısındaki döngüselliği, bas rifflerinin hipnotik etkisini ve minimal değişimlerle ilerleme yöntemini tanıdık bulacaktır. Bu da eserin ömrünü uzatan, onu zamansız kılan unsurlardan biri.
Özetle, La Serenissima yayınlandığı dönemde belki kimsenin telaffuz etmediği bir kavramın altını çiziyordu: Elektronik zihniyet. Bu zihniyet, müziğe matematiksel bir tekrar düzeniyle yaklaşırken duygusunu kaybetmeme sanatıdır. Rondò Veneziano’nun başarısı da burada yatar; bir makinenin kusursuzluğunu, bir insanın ruhuyla birleştirmeyi bildiler. İşte bu yaklaşımdır ki elektronik müziğe giden yolda La Serenissima’yı önemli bir kilometre taşı yapar.
2000’li yıllara gelindiğinde Fransız elektronik müzik ikilisi Daft Punk, hem müziği hem de görsel imajıyla dünya çapında fırtınalar estiriyordu. Robot maskeleriyle sahneye çıkan bu ikili, disko, funk ve elektronik altyapıyı ustaca harmanlayarak “robot rock” diye anılan kendilerine özgü bir tarz yarattı. Peki, bu yenilikçi ikilinin başarısı tamamen ayrı bir gezegenden mi geliyordu? Yoksa yıllar önce atılmış bazı tohumlar mı filizlenmişti? İşte burada Rondò Veneziano ve La Serenissima’nın hikâyesi devreye giriyor. Daft Punk bağlantısı aslında hiç de tesadüf değil; aksine müzik tarihinin döngüsel doğasının bir örneği.
Daft Punk üyeleri Guy-Manuel de Homem-Christo ve Thomas Bangalter, 70’lerin sonunda doğmuş, 80’lerin kültürüyle büyümüş müzisyenler. Muhtemeldir ki çocukluklarında kulaklarına çalınan melodiler arasında Rondò Veneziano’nun tınıları da vardı – özellikle Avrupa’da büyüdükleri düşünülürse. Nitekim müzik otoriteleri ve dinleyiciler, Daft Punk’ın bazı eserlerinde La Serenissima’ya benzeyen motifler fark etmiştir. Örneğin Daft Punk’ın 2001 tarihli Discovery albümündeki “Veridis Quo” adlı parça, hem melodik yapı hem atmosfer olarak La Serenissima’yı andıran bir havaya sahiptir. Bu benzerlik, Daft Punk’ın yaratıcılığını küçültmez, aksine onların da beslendiği zengin müzik geçmişini işaret eder.
Daft Punk’ın müziği yüzeyde ne kadar modern teknoloji ürünü olsa da derinliklerinde ciddi bir disiplin yatar. Barok disiplin ile elektronik minimalizm kavramlarını bir araya getirmek, belki tam da bu ikilinin müziğini tanımlar. Barok müzikte besteciler katı formlar, matematiksel fügler ve teknik virtüöziteyle duyguyu yoğururdu. Daft Punk da elektronik müzik yaparken benzer bir titizlik gösterdi: Parçaları kusursuz bir yapısal kurguyla inşa edildi, her bir ses katmanı dikkatlice yerleştirildi, şarkılarında belli temalar sabırla tekrar edildi. Bir Daft Punk klasiği olan “Around the World” (1997) parçasını düşünelim: Basit bir vokal cümlesini ve funk bas riffigini neredeyse şarkı boyu tekrar eder, küçük varyasyonlarla bina ederler. Bu, tam anlamıyla tekrar estetiğinin bir zaferidir ve barok müziğin rondo formuna öykünen bir yapısı vardır.
Rondò Veneziano yıllar önce barok formun modern yorumunu yaparak bu disiplini pop müziğe taşımıştı. La Serenissima’daki her nota, her tekrar bilinçli bir kompozisyon matematiğine dayanır. Bu, Daft Punk’ın yaklaşımıyla şaşırtıcı şekilde örtüşüyor. Onlar da elektronik müziğin içinde adeta barok bir ciddiyet ve hesaplılık barındırdılar. Bir Daft Punk albümünü dinlerken (özellikle Homework veya Human After All döneminde), basit bir temanın silsile halinde çoğaldığını, katman katman üst üste bindiğini görürüz. Bu minimalist yönelim, elektronik müziğin özü kabul edilir. Ama bunu sıkıcı olmadan yapmak büyük ustalık gerektirir – tıpkı bir barok bestecinin aynı temayı farklı şekillerde sunarak eserini diri tutması gibi. Daft Punk ve Rondò Veneziano arasında, görünürde yüzyıllar ve türler farkı olsa da, özde benzer bir müzikal zihniyet bulunduğunu söylemek abartı olmaz.
Visüel açıdan bakıldığında da benzerlikler çarpıcıdır: Rondò Veneziano üyeleri barok dönem kostümleri ve peruklarıyla sahneye çıkarken, bazen bu imaja krom görünümlü robot maskeleri de eklemişlerdi. Yani sahnede 18. yüzyıl Venedik asilzadeleriyle fütüristik robotlar birleşiyor gibiydi. Bu görüntü, bugün Daft Punk denince akla gelen robot kasklı ikilinin yarattığı etkinin öncül bir versiyonunu andırıyor. Elbette Daft Punk’ın tarzı tamamen özgün ve kendi konseptlerine dayanıyor, ancak barok görsel disiplin ile fütüristik elektronik imaj sentezi fikri ilk kez Rondò Veneziano tarafından kitlesel ölçekte denenmişti. Nitekim müzik yazarı Eric Alper, Rondò Veneziano’yu “1980’lerde robot rock’ın tohumlarını eken grup” olarak tanımlıyor ve onların robot maskeleriyle peruk takan performanslarını Daft Punk’a benzetiyor. Bu benzerlik, müzik tarihinin döngüselliğine hoş bir örnek teşkil ediyor: Geçmişin başka bir geleceği, bugünün başka bir geçmişiyle buluşuyor.

Daft Punk’ın kariyerinde iki albüm özellikle ilginç kavramsal kesişimler sunar: Human After All (2005) ve Random Access Memories (2013). Bu iki çalışma, grubun müzikal felsefesinin iki farklı ucunu temsil ederken, ikisinde de Rondò Veneziano tarzıyla parallellikler bulmak mümkün.
Human After All, Daft Punk’ın minimalizm ve tekrar konusunda zirve yaptığı, adeta bir deney albümüdür. Bu albümde “Robot Rock”, “Technologic” gibi parçalar son derece tekrarlayan, neredeyse mekanik yapılarıyla dikkat çeker. İlk bakışta insandan ziyade makineye yakın duran bu tavır, albümün adına zıt bir ironi barındırır: Human After All – “Sonuçta İnsan”. Daft Punk burada insan ile robot, duygusallık ile mekaniklik arasındaki çizgide oynar. İşte bu ikilem, aslında Rondò Veneziano’nun projesinde de yatar: İnsan dokunuşlu kemanlar ve mekanik ritimler bir aradadır. La Serenissima’da duyduğumuz düzenli ritim ve döngüsel tema, soğuk bir makine hissi verebilecekken, yaylıların sıcaklığı ve bestedeki duygusal ton bunu insani hale getirir. Daft Punk’ın Human After All’da yapmaya çalıştığı da buydu – müziği olabildiğince minimal ve “robotik” kılıfa sokup, alt metinde insani bir duygu yakalamak. Bu açıdan bakınca, Rondò Veneziano sanki onlar için önceden bir prototip oluşturmuş gibidir. Barok disiplin ile elektronik minimalizmi evlendirerek, “İnsan, en nihayetinde robotik tekrarların içinde bile insandır” mesajını müzikle vermiş oldular.
Gelelim Random Access Memories albümüne: Daft Punk bu 2013 yapımı albümde bambaşka bir yöne savruldu ve 1970’lerin sonu ile 1980’lerin başındaki analog kayıt estetiğine, disko-funk dönemine selam çaktı. Albümde bolca canlı enstrüman, efsanevi stüdyo müzisyenleri, orkestral düzenlemeler duyuyoruz – hatta Touch gibi parçalarda devasa bir orkestranın sinematografik etkisi belirgin. Burada Daft Punk’ın hedefi dijital çağda analog ruhu canlandırmak, müziğe yeniden insan dokunuşunu kazandırmaktı. Random Access Memories, geçmişe bir saygı duruşu iken geleceğe de bir meydan okumadır: “Biz robotuz, ama ruhumuz analog” der gibidir. Bu perspektiften bakınca, Rondò Veneziano’nun 1980’lerde yaptıkları ile Daft Punk’ın bu albümdeki yaklaşımı arasında bir felsefi akrabalık görülür. Rondò Veneziano, dijital çağa girerken geçmişin müziğini (baroku) bugüne taşımıştı; Daft Punk ise dijital çağın zirvesinde geçmişin kayıt ve müzik felsefesini bugüne taşıdı. Her ikisi de bulundukları dönemde hakim olana sırtını dönüp, bir önceki dönemin değerlerini kucaklayarak yeni bir şey söylemeyi denediler.
Random Access Memories albümünde yer alan “Contact” parçası, uzay mekiği kayıtları ve görkemli bir orkestra ile biter – tıpkı La Serenissima’nın klibinde uzay çağının Venedik’i kurtarma teması gibi, burada da uzaya açılan insanoğlunun nostaljisi anlatılır. Yine albümün kalbi sayılabilecek “Giorgio by Moroder” parçasında, disko öncüsü Giorgio Moroder kendi geçmişini anlatırken bir orkestra ve synthesizer birlikte devreye girer. Bu anlar, klasik ile elektronik müziğin muhteşem bir kaynaşmasıdır ve 1981’deki La Serenissima’nın ruhuna övgü gibidir. Çünkü La Serenissima da tıpkı bu parçalar gibi, kendi döneminden geriye ve ileriye bakabilen, hem analog hem dijital olabilen bir yapıdadır.
Özetle Daft Punk, kariyerlerinde iki uç nokta olarak görülen Human After All (minimalizm, tekrar, robotik estetik) ve Random Access Memories (analog zenginlik, insani dokunuş, nostaljik estetik) ile aslında Rondò Veneziano’nun tek bir projede birleştirdiği şeyleri ayrı ayrı keşfetmiştir. Rondò Veneziano, barok disiplini ve duygusunu modern elektronik düşünceyle La Serenissima’da sentezlemişti. Daft Punk da bu sentezin farklı yönlerini kendi albümlerinde işledi. Bu bağ, müzik tarihinde hiçbir şeyin tam anlamıyla yeni olmadığını, yeniliklerin geçmişle kurulan yaratıcı diyaloglardan doğduğunu bize bir kez daha gösteriyor. Ve elbette, Rondò Veneziano’nun zamanında pek çok kişi tarafından “acayip” bulunan fikrinin aslında ne kadar ileri görüşlü olduğunu da…
La Serenissima için belki de en çarpıcı tanımlama, onun bir “elektronik zihniyet öncesi” oluşudur. Elektronik müziğin felsefesi, henüz araçlar tam gelişmeden önce bu eserde hissedilir. Burada “zihniyet”ten kasıt, müziğe yaklaşım biçimidir: Tekrarlarla hipnotik bir atmosfer kurmak, farklı ses renklerini katmanlamak, geçmiş ile geleceği aynı potada eritebilmek… Bu yaklaşım, yıllar sonra elektronik müziğin pek çok alt türünde (ambient, trance, synthwave vs.) standart haline gelecekti. Ama Rondò Veneziano 1981’de, dijital ses işleme imkanlarının kısıtlı olduğu bir dönemde, salt yaratıcılık ve vizyon ile bu zihniyeti ortaya koydu.
La Serenissima’yı bir elektronik müzik tutkunu bugün dinlediğinde, kulaklarına analog bir synthesizer arpejini andıran yaylı döngüler, yumuşak bir drum machine ritmini hatırlatan vurmalılar ve belki de bir chip-tune melodisinin atasını çağrıştıran barok temalar gelecektir. Çünkü bu eser, elektronik müziğin yapı taşlarını insan eliyle döşemiştir. Bu yönüyle, Human After All veya Kraftwerk’in minimal elektronik motifleri, Brian Eno’nun ambient dokuları, Jean-Michel Jarre’ın uzay çağı melodileri gibi sayısız örneğin habercisi gibidir. Nitekim bir müzik yazarı, “Rondò Vereziano yürüdü ki Daft Punk koşabilsin” diyerek bunu çok güzel özetlemiş. Yani İtalyan barok orkestrası, daha Daft Punk ve benzerleri ortada yokken klasik enstrümanlarla geleceğin müziğine göz kırpmıştı.
Sonuç olarak, La Serenissima sadece geçmişe nostaljik bakan bir eser değil, aynı zamanda geleceği de öngören bir vizyoner işidir. Onda duyduğumuz elektronik zihniyet, müziğin milliyetler ve dönemler üstü bir dil olduğunu gösteriyor. Evet, besteciler belki analog çalıştılar ama dijital düşünebildiler; barok dili kullandılar ama post-modern hikâyeler anlatabildiler. Bu da La Serenissima’yı yapay bir tarihi kurio olmaktan çıkarıp yaşayan bir mirasa dönüştürüyor. Geçmişin formlarıyla geleceğin seslerini duyurabilen bu müzik parçası, tam anlamıyla bir zamanlar arası arayüz olarak tanımlanabilir. Kısacası, La Serenissima modern elektronik müziğin ruhuna, o ruh vücuda gelmeden önce üflenmiş bir nefes gibidir.
1980’lerin başında çıkmış bir enstrümantal parçanın, aradan on yıllar geçmesine rağmen hâlâ dinleniyor olması ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Ancak La Serenissima, kendini dönem modalarına hapsetmemiş olmanın ödülünü yaşıyor. Peki bunca yıl sonra bile bu eseri playlist’lerimize koyduran, film müziklerinde veya alışveriş merkezlerinde kulağımıza çalındığında bizi gülümseten şey nedir? Cevap, eserin barındırdığı benzersiz atmosfer ve yalın güzellikte gizli. Günümüzün müzik tüketim alışkanlıkları göz önüne alındığında, La Serenissima’nın popülerliğini koruması aslında o kadar da şaşırtıcı değil. Çünkü parça, modern dinleyicinin özlem duyduğu iki önemli unsuru karşılıyor: Enstrümantal müziğin güçlü atmosferi ve dijital gürültü çağında sadelik.
Günümüzde Spotify, YouTube Music gibi platformlarda insanlar farklı mood’lara göre oluşturulmuş çalma listeleri (playlist’ler) dinliyor. Çalışırken odaklanma, akşamüstü kahve keyfi, şehirde gece yürüyüşü gibi sayısız durumda arka planda çalacak müzikler seçiyoruz. Bu playlist kültüründe en çok dikkati çeken şey, enstrümantal müziğin yükselişi. Sözlü şarkılar bazen dikkat dağıtıcı olabiliyor veya belli bir duyguyu çok yönlendirebiliyor. Oysa enstrümantal parçalar, özellikle de karakteristik bir atmosfer kuranlar, bu listelerin aranılan üyeleri. La Serenissima işte bu yüzden bugün hâlâ kendine yer buluyor: O, bir şarkı olarak değil bir atmosfer olarak dinleniyor.
Örneğin lo-fi hiphop türünün günümüz gençliği arasında ne kadar popüler olduğuna bakın – basit bir ritim, tekrarlı bir melodi, sakin bir arka plan. İnsanlar ders çalışırken, kitap okurken veya dinlenirken bu müzikleri tercih ediyor çünkü ortamı dolduruyor ama işgal etmiyor. La Serenissima da benzer bir işleve sahip; güçlü bir melodisi var ancak sözler olmadığı için odak dağıtmıyor, ritmik ama saldırgan değil, enerjik ama rahatsız edici değil. Bu dengesi sayesinde, playlist kültüründe altın değerinde bir parça. Onu bir çalma listesine eklediğinizde, ardındaki ya da önündeki parçalardan bağımsız olarak kendi başına bir “vibe” yaratıyor.
Ayrıca enstrümantal müzik, uluslararası ve kültürlerarası bir dil de olduğu için La Serenissima farklı coğrafyalarda da benimseniyor. Türk bir dinleyici de, Japon bir dinleyici de, Amerikan bir dinleyici de bu parçayı benzer şekilde hissedebiliyor – çünkü söz bariyeri yok. Bu, özellikle küresel playlist paylaşım kültüründe büyük avantaj. Rondò Veneziano La Serenissima araması yapıldığında bugün halen yeni nesil müzisyenlerin cover’larıyla, remix’leriyle karşılaşıyoruz; bu da onun canlı bir şekilde dolaşımda olduğunun kanıtı. Elektronik müzikle ilgilenenler de bu besteyi saygıyla anıyor, zira onda kendi sevdikleri türlerin habercisini görüyorlar. Böylece La Serenissima, playlist kültürünün görünmez elinde dolaşan ve her kuşaktan insana ulaşan bir klasik haline geldi.
Enstrümantal müziğin “arka plan”dan ibaret görüldüğü zamanlar geride kaldı. Artık insanlar enstrümantal parçalarda kendi hikâyelerini buluyor, onlara eşlik eden bir fon değil bir deneyimin öznesi olarak bakıyor. La Serenissima tam da böyle bir parça: Sizi kendi hayal gücünüzle baş başa bırakıyor ama bir yandan da güçlü bir rehberlik sunuyor. Onu arka planda çalabilirsiniz, evet; ancak dikkat kesildiğinizde bir filmin başrolü kadar etkileyici olduğunu fark edersiniz. Playlist kültürü bu tip parçalara altın çağını yaşatıyor ve La Serenissima da bu çağın parlayan yıldızlarından biri olmayı sürdürüyor.
Yaşadığımız dönem, her anlamda bir dijital gürültü çağı. Sosyal medyanın, bitmeyen bildirimlerin, saniye başı tüketilen içeriklerin arasında zihinlerimiz sürekli bir uğultu ile meşgul. Müzik dünyası da bir istisna değil: Popüler parçalar giderek daha fazla ses efektine, üst üste binen katmanlara, yüksek ses düzeylerine yöneliyor. Bir şarkıda onlarca farklı melodi, efekt, elektronik hile bir araya geliyor ve bazen asıl duyguyu bulmak zorlaşabiliyor. İşte böyle bir zamanda La Serenissima’nın sadelik dolu yaklaşımı adeta ferahlatıcı bir nefes gibi geliyor.
La Serenissima’da her şey ölçülü ve net. Duyduğunuz melodi pırıl pırıl ortada, ritimler tertemiz bir şekilde takip edilebilir. Gereksiz süslemeler, dikkat dağıtan yan ögeler yok. Bu rafine sade tarz, dijital gürültüden bunalmış kulaklar için bir tür arınma deneyimi sunuyor. Bir yorgun günün sonunda bu parçayı açtığınızda, belki de bu yüzden rahatlıyorsunuz: Belli belirsiz bir hüzün ve huzur karışımı hissiyat, yalın ama derin bir melodiyle buluşuyor ve dijital dünyanın kaotik gürültüsü bir anda geride kalıyor.
Ayrıca sadelik, zamansızlığın da anahtarıdır. Çünkü çok spesifik trendlerin peşine düşen eserler, trend geçince modası geçmiş hissi verir. La Serenissima ise baroktan beslenen melodik yapısıyla ve evrensel duygular uyandıran düzeniyle modaların ötesinde duruyor. Dijital çağın getirdiği yüksek tempoya ve dikkat dağınıklığına inat, bu eser yavaşlamayı, tekrar tekrar aynı güzel temanın içinde kalmayı öneriyor. Sanki “acele etme, tadını çıkar” der gibi… Bu felsefe, modern insanın kaybetmeye başladığı bir değer haline geldiği için La Serenissima bugün daha da anlam kazanıyor.
Dijital gürültü çağında insanlar bilinçli bir şekilde minimalizme yöneliyor. Hayatın pek çok alanında “az, çoktur” mottosu yeniden yükselişte. Müzikte de minimal akımlar revaçta; ambient müzik, tek enstrümanlı albümler, doğa seslerine eşlik eden sade melodiler popülerlik kazanıyor. La Serenissima işte bu minimalizmin bir erken örneği olarak parıldıyor. Onu dinleyen biri, teknolojinin değil melodinin peşine düşüyor. Her notanın hakkını vere vere çalındığı, her tekrarın bir öncekinden hafif bir farkla daha anlamlı hale geldiği bu beste, ruhumuzu dijital kakofoniden temizliyor. Sonunda geriye, tıpkı Venedik’in gece yarısı ıssız bir sokağında olduğu gibi, sadece suyun ve taşın doğal sesi – yani müziğin en saf hali – kalıyor.
Kısaca, La Serenissima’nın bugün hâlâ sevilerek dinlenmesinin ardında, onun sadeliğinde saklı derinlik yatıyor. Dijital gürültü çağında sadelik, belki de en kıymetli şey. Rondò Veneziano’nun zamansız klasiği de bu sadeliği bize sunuyor: Gürültüyü değil melodiyi, kaosu değil düzeni, geçiciyi değil kalıcıyı seçiyor ve bizi de buna davet ediyor.
La Serenissima, müzikal bir eser olmanın ötesine geçerek bir kültürel miras parçası haline geldi. Klasik ile moderni birleştiren yapısıyla, kendisinden sonra gelen pek çok projeye ilham verdi veya onların arasında özel bir köprü olarak anıldı. Bu eserin mirasını anlamak için onu benzeri köprü eserler arasında konumlandırmak gerek. Örneğin Wendy Carlos’un 1968’de yayımladığı Switched-On Bach albümü, Moog synthesizer ile Bach bestelerini çalarak klasik ve elektronik arasında köprü kuran ilk işlerden biriydi. Yine 1980’lerin “Hooked on Classics” serisi, senfoni orkestralarını disko ritimleriyle eşleştirip klasik melodileri pop listelerine sokmuştu. Ancak La Serenissima’nın farkı, yepyeni bir beste olarak bu köprüyü kurması ve bir pop hiti haline gelmesiydi. İşte bu yönüyle, klasikten elektroniğe köprü olan eserler arasında müstesna bir yere sahiptir.
1980’ler sonrası müzikte, bir yanda elektronik öğeleri klasik formlarla buluşturan film müzikleri gelişti – Hans Zimmer gibi besteciler hem orkestrayı hem sentetik sesleri kullanarak epik tınılar yarattılar. Diğer yanda klasik motiflerden ilham alan elektronik şarkılar, dans pistlerinde duyulur oldu. La Serenissima, bu eğilimlerin erken bir habercisi olarak görülebilir. Zira o, bir yandan Venedik gibi kültürel bir mirası (barok müziği) referans alıyor, diğer yandan 20. yüzyıl sonu teknolojisiyle bunu geleceğe taşıyordu. Bu açıdan bakıldığında, modern müzik tarihinde bir kavşak noktasıdır. Müzikologlar, La Serenissima gibi eserleri, klasik ile elektronik arasında köprü vazifesi gören mihenk taşları olarak tanımlar.
Rondò Veneziano’nun başlattığı bu akım, sonraki yıllarda farklı şekillerde sürdü. Elektronik müziğin devrimcileri sayılan Kraftwerk’in minimal ve tekrarlı motiflerinde de, bir drum machine ile icra edilmiş adeta mekanik fügler duyarız. Jean-Michel Jarre, Vangelis gibi isimler, elektronik enstrümanlarla senfonik zenginlikte besteler yaptılar. Daft Punk ise 2000’lerde konsept albümleriyle ve Tron film müziğiyle, orkestra ile elektronik sound’u buluşturdular. Tüm bu saydıklarımız, büyük resimde, klasik müzik estetiğini modern teknolojiyle birleştirme fikrinin farklı yansımalarıdır. La Serenissima da bu resmin içinde, önemli bir ilham noktası olarak ışıldar.
Bir de işin popüler kültür boyutu var: Bu eser, herhangi bir filmin ya da şovun parçası olmadığı halde kendi kendine bir kült statüsü kazandı. 1980’lerde ve 90’larda pek çok Avrupa ülkesinde televizyon programlarında fon müziği oldu, hatta 2000’lerde oyunlarda veya reklamlarda dahi karşımıza çıktı. Böylece farklı kuşakların hafızasında yer etti. Belki ismini bilmeseler de melodisini duyunca “aa ben bunu bir yerden hatırlıyorum” diyen insanlar var. Bu da onun kültürel mirasının bir parçası: Zaman içinde farklı bağlamlarda kullanılsa da özü hep aynı kalan bir müzik sembolü haline gelmek.
La Serenissima ayrıca, Venedik şehrinin kültürel imajının da bir parçası oldu. Venedik denince akla Vivaldi gelir mesela – Dört Mevsim konserleri ile meşhurdur – ama modern çağda Venedik’i anımsatan müzikler listesine La Serenissima da girdi. Hatta daha önce değindiğimiz gibi, “Venice in Peril” gibi ciddi kültürel miras projelerinin sesi oldu. Bu, bir müzik parçasının kağıt üzerindeki somut olguları (köprüleri, binaları, şehirleri) koruma çabasına bile eşlik edebileceğini gösteren güzel bir örnek. Yani La Serenissima’nın kültürel mirası iki yönlü: Hem müzik tarihi açısından türler arasında köprü kuran öncü bir eser, hem de temsil ettiği şehir ve zihniyet açısından kolektif belleğimizde bir sembol haline gelmiş bir eser.
Sonuç olarak, La Serenissima’yı selefleri ve halefleriyle birlikte düşündüğümüzde, onun Barok ile Elektronik arasında uzanan bir yelpazenin tam ortasında parladığını görürüz. Bu yelpazede ondan önce gelenler belki teknoloji bakımından ilkel ama fikir olarak benzerdiler; ondan sonra gelenler ise teknolojik olarak sofistike ama özlerinde benzer bir ruhu taşıdılar. La Serenissima ise tam zamanında, tam olması gereken yerdeydi: Eskiyle yeninin kucaklaştığı, analog ile dijitalin tokalaştığı o büyülü noktada. Bu yüzden müzik tarihinde ve kültürel mirasımızda yeri doldurulamaz bir köprü eser olarak yaşayacaktır.

0
)